Cumhuriyetin ilan edildiği günden bu yana meşhur ‘altı ok’tan bir tanesi olarak temsil edilen, ülkemiz için vazgeçilmez olarak atfedilen bazılarına göre -ki sadece kemalistler için- kutsanmış bir ilke değeri taşıyan, kendi içerisinde Batıda tarif edilen kavramla kafa kafaya çelişen bir ‘laiklik…’ olgusuyla hep karşı karşıya kaldık.
Aslında Kemalist ideoloji birer çelişkiler zinciri…
İlkokula giderken bize laikliğin tanımı sorulduğunda biz ‘…din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak tarif ederken, içimizden biri çıkıp ‘Diyanet İşleri ne iş!’ diyemedi.
Oysa gerçekte laikliğin tanımı yapılırken ‘devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte dinlerin düzenini bozacak davranışlarını da önlemekle yükümlüdür.’ denilmişti.
Kemalist ideoloji bir dine inanıp inanmama meselesini özel problemi saymakta zaafa düştü, meseleyi devlet meselesi haline getirerek necip milleti ezdi, çiğnedi, geçti.
Ve yine Kemalist ideoloji Batıya yüzünü döndüğünü iddia ederken, Batının giyim, kuşam, müziğini kopyalarken nedense insan hakları, hukuk, demokrasi üçgeninde alınması gereken ilerici-çağdaş uygulamaları es geçti.
Kemalist ideoloji çift karakterli bir yapıda seyretti. Bir taraftan ‘laiklik’ kisvesi altında batılılaşmayı savunurken, diğer taraftan İslamı devletin kırmızı kitabında öncü tehdit olarak betimledi.
Ancak gözden kaçırdıkları bir husus vardı.
Allah Celle Celalühü’nün razı olduğu, uymayı emrettiği, hak dini İslam; eksiksiz, noksansız, komple bir sistemdir, pratik ve aktif bir hayat dinidir, ütopist ve hayalperest değildir, gerçektir, gerçekçidir, dipdiridir, hayatiyet doludur, insanoğlunun her meselesiyle yakından ilgilidir, her sorununu çözmeye, her müşkilini halletmeye odaklanır.
Ülkemizde laiklik, müslümanların siyasetten uzak durmaları değildir. Aksine olağan gücüyle uğraşmaları, siyasi yönden teşkilat ruhuna sahip olmaları, davayı omuzlamaları gerekmektedir. Niçin böyle olmalıdır? Velev ki siyaset kurumu demokrasi ve rey hileleriyle dine karşı grupların eline geçerse, bu müslümanların en tabii haklarının ayaklar altına alınması, -hafazanAllah- ibadet ve taatlerini yapamama durumuna sebebiyet verebilir.
Geçenlerde Star Gazetesi yazarı Halime Gökçe’nin kaleme aldığı ‘islamcılık dini siyasete alet etmektir’ başlıklı yazısında İslamcılığın mevcut pratiklerinde dar ideolojik bir kapsamdan ziyade siyasal ve kitlesel olmaya daha meyyal bir çizgi takip ettiğini, bu yönüyle İslamcılığın biraz da dini siyasete alet etmek olduğunu söylüyordu.
Ülkemizde bir takım zevatlar islamı dar kalıp çerçevesi içerisine hapsetmek, toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki etkisini azaltma yolunda çaba sarfetmişlerdir. İslamı dünyadan soyutlama gayesi içerisinde islama karşı mücadele vermişlerdir.
Prof.Dr. Mahmut Es’ad Coşan hocaefendi bir sohbetinde islamın dar çerçeveye hapsedilme mevzusu üzerinde şu ifadeleri kullanıyordu: ‘Müslümanların seçimlere katılmamaları, siyasetle ilgilenmemeleri, devlete talip ve sahip olmamaları, yönetime iştirak etmemeleri, pasif kalmaları, içteki azınlıkların, dıştaki emperyalist güçlerin arzusudur.’
Oysa islam dini dünya düzeninin iyileştirilmesi yolunda insanlığa sorumluluk yüklemiştir.
Hz. Peygamber Medine’ye hicret ederken, yanlız bir din önderi değil, aynı zamanda siyasi bir lider olarak hareket etmiş, din faaliyetlerinin yürütülmesinin yanısıra toplumsal ve siyasal işlerin düzeltilmesi, sekteye uğramaması için uğraş vermiştir.
Peygamber ve ashabının önde gelenleri olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de birer siyasî lider oldukları göz önüne alındığında İslâm’da siyasetin ne kadar yüce bir meslek ve uğraşı olduğu unutulmamalıdır.
Gelgelelim Türkiye’de laikliğin hangi eksen üzerinde kurulu olduğuna veya kime ve ne şekilde hizmet ettiğine…
Çanakkale’de necip milletimizin İslamdan aldığı güçle emperyalist güçlerle mücadelesinden hemen sonra harekete geçtiler. Yapay –yalancı- bir tarihle bizleri avuttular. Aslında bizler onları denize döktüğümüzü sandık, yanıldık, oyuna geldik, onlar virüsü içimize bırakıp kendiliğinden çekip gittiler.
‘Ellerinden Kur’an-ı, kalplerinden İslamı alamazsak onlara karşı zafer kazanamayız’ diyen emperyalist kuvvetler bunu piyonlarının kisvesi altında, zaferi tek adama indeksleyerek hayata geçirdiler.
Sonuç;
Alfabe inkılabı kisvesi altında Arap alfabesini kaldırarak ‘Kur’an-a’, laiklik kisvesi altında İslamı toplumdan ve siyasetten soyutlarak ‘kalplerdeki İslama’ kast ettiler.
Bu millete kastedenlerin oyunlarına bir kez daha gelmemek için İslamın bize yüklediği sorumluluğu yerine getirmeliyiz.
Evet, İslamcılık dini siyasete alet etmektir. Görülen boşluğu doldurmaktır, oyunları ters yüz etmek, hakkı tutup kaldırmaktır.
Taşlaşmış taraftarlık duygularıyla lüzumsuz sevgiye haksız bağlılıklarla yersiz düşmanlık ve asılsız çekişme ve çatışmalarla birlik ve beraberliği sabote etmek isteyenlere alet olmadan, ulvi gayemize doğru sarsılmaz adımlarla ilerlemektir.
Çünkü bizim güçlü, kuvvetli ve sağlıklı olmamız tüm insanlık için elzemdir herkes bizden medet umuyor, cümle İslam aleminin göz bebeği ve en büyük ümidiyiz, bütün soydaşlarımız ve dindaşlarımız bize bel bağlamış, bizi gözlüyor, bizden işaret ve beşaret bekliyor.
Bizim selahımız, felahımız ve muvaffakiyetimiz doğulu-batılı, kafir-mümin cümle insanlığın, dünya ve ahiret saadet ve selametiyle birçok yönden ve çok yakından bağlantılıdır.
Allah celle celalüh yardımcımız olsun!
Sağlıcakla kalın…